Kendisi de tarım yatırımcısı olan, Oxford Üniversitesi’nde felsefe, siyaset ve ekonomi eğitimi almış olan yazar Jim Mellon, kitabın açılışını Saint John Henry Newman’dan (1801-1890), alıntı ile yapıyor. “Hayvanlar bize zarar vermedi ve ufacık bir direnme gücünden de yoksunlar. Bize zarar vermeyen, kendilerini savunamayan, kaderleri tamamen bizim elimizde olan hayvanlara eziyet etmenin çok korkunç bir yanı var.”
Esasında soru şu: “Neden Evrensel İnsan Hakları’nın henüz dünya üzerinde yaşayan bütün insanlar için ortak bir değer haline getirilemediği günümüzde, hayvan haklarını konuşmak zorundayız?”. Bu soruyu verilerle açıklamak doğru olacaktır, diyor yazar ve açıklıyor: Gıda, küresel sera gazı emisyonlarının dörtte birinden (%26) fazlasını oluşturmaktadır. Dünya çapında tatlı su tüketiminin %70inin, öncelikle çiftçilik ve et üretimi ile ilgili olan mahsuller ve hayvancılık için olduğu bilinmektedir. Sadece 1 kg kümes hayvanı eti üretmek için 4325 litre su tüketiliyor. Varın siz diğer büyük hayvan etleri için tüketilen su miktarlarını düşünün. 2030 yılına kadar küresel hayvancılık tarafından yılda 5 milyar tondan fazla hayvan atığı üretileceği tahmin edilmektedir. Bu hem toprağın hem de suyun kirlenmesine yol açacaktır.
Daha sonra da yazar Rolling Stone dergisinden Jeff Tietz’ın fabrikada yetiştirilen hayvanların ürettiği atıkların bazı bileşenlerini ayrıntılı olarak açıkladığı metnin bir bölümüne yer veriyor: Amonyak, metan, hidrojen, sülfür, siyanür, fosfor, nitratlar ve ağır metaller ve insanları hasta edebilecek 100den fazla patojen. Günümüzdeki süreçlerde bu zararlı bileşenler; su yollarına yayılır, tarlalarda kullanılır ve hatta insanlara ciddi zararlar verebileceği otoritelerce kanıtlanmış olan atmosfere püskürtülür.
Konunun ciddiyetini anlamak için ne daha fazla veriye, ne de ikinci bir soruyla laf kalabalığına gerek yok. Çanlar bizim için çalıyor, diyen yazar şöyle devam ediyor: Birleşmiş Milletler 2050 yılına kadar %50 ila %100 daha fazla et üretmemiz gerekeceğini öngörüyor. Değişim şart ve eğer zaman kaybedilmeden harekete geçilmezse; Evrensel İnsan Hakları’nın bütün insanlar için ortak bir değer haline getirilmesini bir yana koyun, temiz suyu nasıl paylaşacağımızın sıkıntısını çekeceğiz. Büyük ihtimalle savaş bile çıkabilir.
“MOO’S LAW – An Investor’s Guide To The New Agricultural Revolution” (Yatırımcılara Yeni Tarım Devrimi Rehberi ) kitabı insanların hayvansal ürünlerin tüketimi konusunda hayata geçirilmesi gereken radikal değişikliklerinin sebeplerini, ekonomik sistemin ve onu şekillendiren güçlerin baskıları altında nasıl hayata geçirilebileceğini ve bu devrimin içinde yer alan kilit oyuncuları harekete geçiren, hatta kimi zaman teşvik. eden güdüleri tartışmaya açarak gelecek senaryoları hakkında öngörülerde bulunuyor.
Kitabın isminde açıkça ortaya koyulduğu gibi, amaç hayvan hakları hakkında gevezelik yapmak değil. “Tarım devrimi” mutlaka gereksinimleri koşulsuz şartsız karşılanması gereken bir gerçeklik ve fazla zamanımızın kalmadığını ortaya koyan çok sayıda bilimsel veri mevcut. Jim Mellon kitabında bu devrimin, yani yeni usulde etin hayvanlardan elde edilmesi değil de fabrikalarda üretilmesi için 7 sebep sıralamış:
İlki, mevcut çiftçilik ve hayvancılık yöntemlerinin insan sağlığını doğrudan tehdit ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Şu anda içinde bulunduğumuz Covid19 pandemisi bunun en büyük kanıtlarından birisi. Bu da gelir, geçer bakış açısından kurtulup; sadece kendi kısıtlı ömrümüzü düşünmek yerine gelecek nesillerin dünyasını iyileştirmek için çabalamalıyız. “Tarımsal Devrim” insanın yaşamak için ihtiyaç duyduğu proteinlerin besin zincirine girme yöntemlerini değiştirerek bahsedilen durumların ortaya çıkmasını tek başına engelleme kapasitesine sahiptir.
İkincisi, küresel ısınmanın ana sebeplerinden biri olarak modası geçmiş tarım uygulamalarını, özellikle çiftlik hayvanlarının yetiştirilmesi olarak tanımlamak gerekir. Yıllardır sadece daha fazla kazanç elde edilmek amacı ile kurgulanan, bir sistemden ne kadar uzun süreli bir fayda görülebilir ki? “Tarımsal Devrim” halihazırda işleyen bütün sistemleri kökten değiştirecek bir yapıya sahip olması sebebi ile, zararlı sera gazı emisyonlarında büyük bir azalma meydana getirecektir.
Üçüncüsü, hayvanların ve hayvansal ürünlerin endüstriyel olarak işlenme süreci neredeyse en iyi koşullarda bile “acımasız” ve en kötü koşullarda ise “tiksindirici” olarak nitelendirilebilir. Teknolojinin yarattığı imkanları kullanan “Tarımsal Devrim” ile birlikte protein ihtiyacımızı karşılamak ve hayvansal ürünleri yemenin zevkine varmak için hayvanlara bu denli eziyet etmeye gereksinim duymayacağız.
Dördüncüsü, küresel orman tahribatının %80inin sebebi mevcut olan kısıtlayıcı tarım yöntemlerinin kullanılmasıdır. Tarımsal Devrimin getireceği yeni üretim yöntemleri ile birlikte araziye ve arazi kullanımının boyutuna verilen zararı tersine çevirmek mümkündür.
Beşincisi, hayvansal üretim için gerekli olan su miktarı oldukça fazladır. Güvenilir su kaynaklarının yokluğu nedeniyle tüm ülkelerin yaşanılabilirliğinin tehdit altında olduğu bir dünyada, Yeni Tarım Devrimi’nin getirdiği uygulamalar ile önemli ancak sınırlı olan su kaynaklarımızın kullanımı önemli ölçüde azalacaktır.
Altıncısı, Tarımsal Devrim sayesinde protein üretim süreçlerinin kalitesi artacak ve bu proteinlere sağlıklı besin takviyelerinin de ilave edilmesi ile birlikte beslenme standartları büyük ölçüde iyileşecektir. Bu olumlu gelişmelerin yanı sıra, mevcut gıda üretiminin istenmeyen ve zararlı yan ürünleri de önemli ölçüde (mikroplastikler, cıva, kadmiyum) azalacaktır.
Yedincisi, Tarımsal Devrimin gerçekleşmesi ve sürdürülmesi için bir ön koşul olan ileri teknolojiler kullanılarak geliştirilen fabrika ve laboratuvarlarda, “temiz” gıdalar üretilirken aynı zamanda diğer geleneksel ürünlerin (sebzeler, tahıllar ve bitkiler) üretilmesi kaçınılmaz olacak. Bu sistem sayesinde yaratılan geniş istihdam ile birlikte yeni gıda tedarikçiliği sektörü, geleneksel çiftliklerde periyodik olarak kaybedilen işleri fazlasıyla telafi edecek ve insana çok daha yakışan bir çalışma ortamı sunacaktır.
Bu sebeplerin sıralanmasının ardından cevaplandırılması gereken çok önemli bir soru daha ortaya çıkarıyor yazar. Ancak bu sorunun cevabının ardından “yatırımcılar için bir rehber oluşturabilme başlığına geçiş yapabilmek mümkün” diyor. Soru şu: “Tüketicilerin bu denli yerleşmiş alışkanlıklarının olduğu bir alanda, bu derecede yıkıcı dinamiklere sahip olan bir devrimi gerçekleştirmenin ön koşulları nelerdir?”
Tüketicilerin tüketim alışkanlıklarının çevreye olan etkisinin farkına vardırılması tartışmasız olarak bir ön koşul olarak değerlendirilmelidir, ancak burada iletişimin tonu son derece önemli olacaktır. İletişim stratejisi, taktikleri ve tonu doğru olsa bile bu farkına varışı gerçekleştirmek bir hayli zordur. İnsan sağlığına olan zararları bir çok sağlık otoritesi tarafından defalarca kanıtlanmış olan sigara kullanma örneğini ele alalım. Kendi sağlığımız için, nispeten kolay olan sigarayı bırakma kararının verilmesi bile bir hayli zorken, nasıl çevre sorunlarını içselleştireceğiz ve tabularımızı yıkma cesaretini bulup, içerisinde hayvansal herhangi bir katkı maddesi bulunmayan fabrikada üretilmiş “eti” düzenli olarak tüketmenin gerekliliğine insanları ikna edeceğiz?
Bazı kitleler hali hazırda bu devrimi kabul etmiş ve düzenli olarak “bitki ve hücre temelli” ürünleri kullanmaya gönüllü olmuşlardır. Bunlar 40 yaşın üzerinde, sağlık bilinci ve entellektüel seviyesi yüksek, değişime açık bireylerdir. Ayrıca 16-24 yaş aralığında, çevre bilinci yüksek, empati yeteneği gelişmiş olan genç bireyleri de bu gruba dahildir.
Yazar pek zamanımızın olmadığını söylüyor. 2020 yılından beri Jim Mellon; Tarım Devrimi’nin gerçekleşeceğini ve gelecekte et yemek için hayvanlara eziyet etmekten vazgeçeceğiz, diyor.
Çok değil 2000 yılında, 35 yaşındaki bir yatırımcıya; “2035 yılında Avrupa’da petrolle çalışan hiçbir araba kullanılmayacak.” deselerdi muhtemelen güler geçerlerdi. Bugünse bütün araba üreticilerinin “onları yenemiyorsan, onlara katıl.” stratejisini benimsediği görülüyor, kitapta şu anda büyük gıda üreticilerinin de aynı şeyi yaptığı ifade ediliyor.
Yatırımcıların bu alana yönelmeleri için hazırlanan kılavuzun ana başlığı ise, kitapta geçen hayvanlara karşı olan eziyetin son bulması ve gelecek nesillere sürdürülebilir bir dünya bırakmak…
Sektördeki söz konusu kilit oyuncuların vizyonları bir hayli yüksek.
Tamamen teknolojik süreçleri kullanarak, besin değerlerinin dışında, doku ve tat hayvanlardan elde edilen etle birebir yapıda olan bir gıda üretmek için mesai harcıyorlar. Regülasyonlar ve lobicilik faaliyetleri ile mücadele ediyorlar. Bu faaliyetler onların ürettiği gıdaları “Frankenfood” olarak tanımlasa dahi bununla da mücadele etmenin yollarını bulacaklarına eminler. Hatta yazar bu devrimin Singapur’da yakın bir zamanda başlayacağına inanıyor. Teknolojik süreçlerin de yatırımcıların gözünü korkutması için ortada herhangi bir sebep yok, diyor. Çünkü Tarımsal Devrimin geleceğindeki üretim fiyatları, şu andaki hayvansal gıdaların üretim süreçlerinden bir hayli düşük.
Bitkisel bazlı et pazarında dünya çapında yaklaşık 430 oyuncu var. Yukarı da belirtildiği gibi, Beyond Burger (Carls Jr. , McDonald’s, kullanıyor) ve Impossible Burger (Burger King kullanıyor) bu oyuncuların içerisinde marka bilinirliği en yüksek olan iki marka.
Geleneksel üretim yöntemlerini kullanan dev şirketlerin “onları yenemiyorsan, onlara katıl.” stratejisini izlemeye başladığından söz eden yazar, yatırımcıların verecekleri kararlarda mutlaka bu durumu değerlendirmeleri gerekiyor, diyor. Süt ürünleri ve diğer bitkisel bazlı gıdalar hariç, dünya çapındaki bitkisel bazlı et pazarının şu anda yaklaşık 12 milyar ABD doları değerinde olduğu ve pazar büyüklüğünün 2025 yılına kadar 28 milyar ABD dolarına ulaşacağı tahmin edilmektedir. 2015 yılında Batı Avrupa’da etin yerine geçen ürünlerin pazarı 1.35milyar Avro iken 2022 yılında bu rakamın 2.35milyar Avro olması bekleniyor. Son iki yılda bu sektöre 300 milyon ABD dolarının üzerinde yatırım yapıldı ve et üretiminin devleri, gelişmekte olan pazardan yararlanmak ve vegan proteinlere yönelik artan talebi karşılamak için harekete geçiyor. Rakamlara bakıldığında pazarın büyüme ivmesi yüksek.
Buna rağmen yatırımcıları korkutabilecek bazı durumlar da mevcut. Hücre ve bitki bazlı gıdalara yönelik başlıca saldırı başlıklarını sıralamak gerekirse: “FrankenFoods” tanımıyla doğal ya da sağlıklı olmadıkları iddiası; geleneksel tarımın çevreye verdiği zararın abartıldığı; geçim kaynaklarının ve geleneklerin tehlikede olduğu; hayvanların yoğunluğunun azaltıldığı bir dünyada üst toprak erozyonunun gerçekleşeceği ve tüketicilerin “normal” ürünleri istediği, normalin dışında kalan “yeniyi” kabul etmeyeceği şeklinde…
Yazar bilimsel araştırmalardan elde eldilen verilerle söz konusu argümanları çürütüyor. Yeni ürünleri tüketmek için istekli olan, hatta tüketen bir çoğunluk olduğunu vurguluyor. Ayrıca sektördeki bu devrimin dünyanın geleceği için bir “gereksinim” niteliğinde olması da yatırımcıların elini güçlendiriyor, diyor. Çevreye olan duyarlılığın ve vegan beslenen insan sayısının her geçen gün arttığını, insanların tüketimlerinde bir anlam arayışı içinde olduklarını belirtiyor.
Güçlü lobicilik faaliyetleri olsa dahi İsrail, Singapur, Çin ve Japonya ilk safhada gelişimin beklendiği ülkeler, Avrupa ise şu anda izleyici konumunda, diyor. Jim Mellon tecrübelerinden hareketle, bu ülkelerin dışında, şu anda zor olduğu gözükse bile, Orta Doğu Bölgesi’nin ilerleyen dönemlerde bitkisel ya da hücresel bazlı gıdalar pazarında başı çeken bölgelerden olacağını belirtiyor. Ayrıca kitabın sonunda sektörde bulunan şirketlerin incelendiği bir bölüm de var.
Bana sorarsanız, safsata derdim ama bilemiyorum, insanlar artık o kadar şımarıkça ve hatta reyting kaygısıyla hareket eden çeşitli sözümona otoritelerin iletişim bombardımanı altında tüketim tercihlerini yapıyorlar ki…
Mesela tüketici araştırmalarında çıkan çevreci, sürdürülebilir hatta yerli/milli yaşam tarzı ve tüketim tercihi asla gerçek rakamlara yansımıyor. Kimse “sözünün eri” (walk the talk) değil, iş lafazanlıktan ibaret…
Gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinde ehil ve çiftlik hayvan sayısı yurttaşlarından fazlayken, kim bu ekonomiden veya alışkanlığından, yani rahatından vazgeçecek?
“Belki insan nüfusunun sera gazı etkisini de (sindirim ve dışkılama) sınırlandırmak gerek! Artık sadece damardan tıbbi preparatlarla beslenmeliyiz. Evlerimizde bize arkadaşlık eden hayvancıklarımızdan (pet) imtina etmeliyiz. Dinazorlar belki de karbon salınımları yüksek ve verimsiz diye o vakit otoriteler tarafından yokedildiler?!
Kitabın söz ettikleri bugün biraz masal gibi geliyor ama, değişimden korkmayan ve onu içselleştiribilen bazılarımıza mantıklı gelebilir, şimdilik marjinal olan bu alana yatırım yapanlar iyi para kazanırlar diye düşünüyorum. Zaten bu kabil etsiz et, topraksız tarım gibi teknolojilere karşı da değilim. Ama gerekliliği için gösterilen sebepleri haklı ve mantıklı bulmuyorum. Belki dünya coğrafyasında bazı alanlarda bazı durumlarda gerekli olabilir. Bizim ülkemizde ise tarım ve hayvancılık alanında mevcut doğal kaynaklarımızı bile değerlendiremezken beyhude görürüm. Ama mesela çöllük bir arazide stratejik gereksinim olarak topraksız tarım veya orduların mobilitesi için etsiz et üretimi bir çözüm olabilir.
———————
(*) Bitkisel bazlı et, en basit şekilde, bitkilerden yapılan olarak tanımlanabilir. Fabrikalarda işlenir ve hayvansal ürünlerden elde edilen geleneksel eti taklit etmek amacıyla üretilmiştir. Bitkisel bazlı etler, doymuş yağ ve kalorilerde daha düşük oldukları için normal etlerden daha sağlıklı olarak kabul edilmektedir.Kültürlenmiş et, hayvan hücrelerinin in vitro hücre kültürleri ile üretilen bir et türüdür. Hücresel tarımın bir şeklidir. Geleneksel olarak rejeneratif ilaçlarda kullanılan doku mühendisliği teknikleri kullanılarak üretilir.
Kaynak: muratulker.com